5 Ekim 2016 Çarşamba

Dönüş Yolu

  İşten çıktığında saat altıya geliyordu. Herkese göre biraz daha geç çıkmıştı aslında ama bundan şikayet edecek değildi. Çünkü hem günlerden Cuma'ydı hem de bu işe torpille yerleşmişti.

  Torpil... Hayatının büyük bölümünü adeta bir bataklıkta yaşayan biri için belediyede kendisine ayarlanan bu iş, mükemmel bir fırsattı. Bu işi ne kadar hak ettiği konusunda ara sıra vicdanını yokluyordu. Ama bu işi hakkıyla yaptığını düşünüyordu ve bu işe gerçekten ihtiyacı vardı. Babası da eskiden belediyede çalışıyordu. İşi de babasının arkadaşlarından biri olan ve belediyede "hatırı sayılır" kimselerden olan Muharrem Bey ayarlamıştı. Eve gidince Muharrem Bey'e tekrar dua etmesi gerektiğini hatırladı.

  Belediyenin önündeki yol yine vızır vızırdı. Arabalar ne heybetli sesler çıkarıyorlardı! Heybetli ve korkutucu... Bu araçların her yeri ölümden sabıkalıydı aslında. Önü, arkası, sağı, solu, tekerleri, aynaları, farları... Eski köşeli arabalar bu sabıkayı hatırlatırcasına tabut gibi olurdu. Yeni tür tasarımlar bunu değiştiriyordu. Köşeli yapıları yuvarlanıyordu arabaların. Daha şık ve daha dikkat çeken yapıları ölümü unutturmaya başlıyordu. Yalancı oluyordu yeni nesil arabalar. Yeni nesil arabalar gibi birkaç insan geldi aklına. İnsanoğlu yaptıklarını da kendine benzetiyordu.

  O da bu yolun tozunu çok attırmıştı zamanında. Geceleri bitki hışırtılarının bile insanları rahatsız etmeye yettiği saatlerde, arabaların heybetli sesleriyle uyandırırdı insanları. Babasının arabasını çalardı o zamanlar. Uzun zaman babasının hiç haberi olmamıştı. Bu sessiz gecelerden birinde arabayı ağaca çarpmıştı. Vücudunda bir şey yoktu, sadece arabada maddi hasar vardı. Ama bu vesileyle arabayı çaldığını öğrenen babası sonradan vücudundaki eksiği de gidermişti tabi.

  Alışveriş merkezlerinde kendilerine yer bulamamış küçük esnafların bulunduğu bir sokaktan geçti. Bakkala girdi. Hala bir yerlerde bakkallar vardı. İki tane ekmek aldı. Ekmek alabilmek büyük bir nimetti. Yoluna devam etti. Yolun karşı tarafında eski komşusu Bahadır Bey ve eşi Zeynep Hanım'ı gördü. Selam verme amacıyla sağ kolunu kaldırdı. Selamdan sonra kolundaki izler dikkatini çekti yine. Jilet izleri... Eskiden "rütbe" derlerdi bu izlere. Koluna bir daha baktı. Çok rütbeliydi gerçekten. Kendine bunu nasıl yaptığını düşündü. İnsan nasıl kendini kesebilirdi? "Rütbe" dedi, kendi kendine gülerek.

  Nurdan'ın kapısının önüne gelmişti. Nurdan lise aşkıydı. "Efsane Aşk"... Öyle demişlerdi lisede. Evinin önünde beklerdi Nurdan'ın, sabaha kadar orada ağlardı, ilk defa alkol almaya o zamanlar başlamıştı, efkarlı şarkıları ilk defa o zaman dinlemişti. En "Rütbe"li dönemleri de yine o zamanlardı. Rütbeler, şarkılar, alkoller... Sahiden bunlar aşkın efsaneliğinden miydi, yoksa efsane olarak anılabilmek için mi? Aşkı kim efsane yapmıştı? Sevgi mi, başkaları mı? Başkaları "Çok seviyor." desin diye mi tehdit etmişti Nurdan'ı? Başkaları için birinin hayatını mı mahvetmişti? Bu sorulara cevap verebilecek kadar güvenmiyordu kendine. O eve doğru baktı. Nurdan artık taşınmıştı o evden. Yine de helallik istedi ondan.

  Polis karakolunun önünden geçerken nöbet tutan polislere selam verdi. Bir zamanlar onları da çok uğraştırmıştı. En büyük kavgalarının mutlak çözünme yeriydi bu karakol. Bazı dönemler buranın nezarethanesini kendi evinden fazla görürdü. Sebebi ne olursa olsun hiçbir kavgadan kaçmamanın sonucuydu bu. Şanının en büyük kaynaklarından biri de yine bu karakoldu. Karakoldan çıktıktan sonra kimse yan gözle bakamazdı ona. Bu karakolda az da dayak yememişti polis abilerinden. Ama bu da daha güzel bir kafanın bedeliydi. Razı olurdu. Bir daha buranın kapısından içeri girmeyeceğine dair ettiği yeminlerden birini daha etti ve yoluna devam etti.

  İnşaat... Yolun en sıkıntı çektiği kısmına gelmişti. Yıllar önce ev yapma amacıyla inşaatına başlanan, sonradan bazı problemler yüzünden yarıda bırakılan bir binaydı burası. Her gün geçerdi aslında buradan ama yine de buradan geçerken ki iç sıkıntısını bir türlü yenememişti.

  Bülent... En yakın arkadaşıydı. Çocukluğundan beri tanırdı onu. Yaptıkları her şeyi beraber yaparlardı. Sırt sırta kavga ederlerdi. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Özellikle içtikleri..
Uyuşturucuyu Bülent'ten öğrenmişti ilk defa. Bir abisi vermişti Bülent'e de. Bu abilerin çok "iyiliği" olmuştu onlara. Yine bu iyiliklerin birini yapmışlardı o gün. Yeni bir "uçak" gelmişti o gün. Bülent ile beraber deneyeceklerdi. Öğleden sonra ikide buluşacaklardı o gün. Bülent erkenci davranıp birde gitti. Önce tek başına denemek istemişti. Bülent'ten yaklaşık bir saat sonra da o gitti. Gittiğinde Bülent sadece karşıya bakıyordu. Sadece karşıya... Çok seslendi ona. Ama Bülent sadece karşıya bakıyordu.

  İnşaata bakıyordu hala. Eve gitmesi gerektiğini hatırladı. Devam etti yoluna.

  Kendi sokağına girdiğinde sokağın yukarısında evini gördü. Dönüş yolunu düşündü tekrar. Hayatını düşündü. Çok hata yapmıştı. Düşünürken bile altından kalkamayacak kadar çok hata... Sonra eline baktı. İki tane ekmek vardı elinde. İki tane ekmek... Bugüne kadar yaptığı en büyük kahramanlık. Hayatında yaptığı doğruların sayısı iki ekmek kadar yoktu. İki ekmek kadar çok doğru yapmaya yemin etti.

  Evine yaklaştığında kapının önünde evlatlarını gördü. Ona doğru koşuyorlardı. Kendisini geçip devam etmelerine izin vermedi. Yolun geride kalan kısmını çok iyi biliyordu çünkü. İkisine de sıkı sıkı sarıldı. İki çocuğu vardı kollarında. İki küçük ve iki kocaman çocuk...

  Yaşadıklarını çok kişiye ulaşmak için televizyonlarda anlatmayı isterdi bazı zamanlar. Dünyayı bir televizyon kadar değiştirmeyi çok isterdi. Ama çocuklarına sarıldığında bundan çok daha fazlasına sahip olduğunu fark etti. İki çocuğu vardı kollarında. İki küçük ve iki kocaman çocuk...

  Eve girmeden önceki son yeminini etti: "Dünyayı iki çocuk kadar çok değiştireceğim."   


 



18 Eylül 2016 Pazar

Anma Töreni

 

  Elindeki resme yaklaşık on beş dakikadır gözünü kırpmadan bakıyordu Sabiha Hanım. Her sene böyle yapardı. Duygularını tazelerdi. Fotoğraftaki adam çok güzel gülümsüyordu. Ancak insanlar hiçbir zaman fotoğraflarda içten güzel olmaya gösterdikleri özeni, normal hayatlarında göstermezlerdi. Fotoğraftaki adam da böyleydi. En azından iki saatliğine bu adamın güzel biri olduğuna inandırmalıydı kendini. Yılda bir gün, sadece iki saat için bunu yapmalıydı.

  Kapı çaldı. Araba gelmişti sanırım. Kapıyı açtığında karşısında yine her sene olduğu gibi Meltem Hanım vardı. Meltem Hanım her hareketiyle samimiyetsizlik timsali bir kadındı. Senede bir gün gelir, sürekli samimiyetsiz bir biçimde gülümser, her sene yapması gerekenleri Sabiha Hanım'a üç yaşında çocuğa anlatır gibi anlatır ve sonra görevi biterdi. Bir dahaki seneye kadar da aramazdı Sabiha Hanım'ı. Meltem Hanım yine o samimiyetsizliğiyle konuşmaya başladı: "Nasılsınız Sabiha Hanım? Bizler mi? Bizler de iyiyiz çok şükür. Koşturup duruyoruz işte. İnelim mi aşağıya?". Sabiha Hanım bu kadını ne zaman görse ona acırdı aslında. Şüphesiz o da parasını samimiyetsiz gülümsemeler üzerinden kazanmak istemezdi. Ama belediyenin samimiyetsizlik üzerine ayırdığı bütçeden mecburen birilerinin faydalanması gerekiyordu. Neyse en azından Meltem Hanım işini hakkıyla yapanlardandı.

  Aşağı indiklerinde her sene olduğu gibi mahalleli yine balkonlarda ve camlardaydı. Sonuçta bu mahalleye böyle bir araba her zaman gelmiyordu. Yukarısında geçimini hala yapıştırmalı cikletler üzerinden sağlayan bakkalın bulunduğu bir mahalleydi burası. Böyle arabanın girmesi mahalleliye en az üç gün yetecek kadar konuşulacak malzeme çıkarıyordu. "Arabanın içinde çay falan da oluyormuş.", "Aslında araba Sabiha Hanım'ın diyorlar ama o istemiyormuş.", "Sabiha Hanım'ı arabayla bütün gün gezdiriyorlarmış.". Oysa Sabiha Hanım'ın bunların doğru olmadığını her sene anlatıyordu. Arabanın sahibi zaten belediyeydi. Bütün gün gezdirmiyorlardı, arabanın içinde kaldığı süre en fazla yarım saatti. Arabanın içinde çay falan da yoktu. Sadece Meltem Hanım ve en az Meltem Hanım kadar samimiyetsiz olan ama samimiyetsizliğinin yanında şoförlük görevini de icra eden İdris Bey vardı. İdris Bey de aynı samimiyetsizlik ile konuşmaya başladı: "Ooo Sabiha Hanım nasılsınız efendim? Bizler de iyiyiz çok şükür efendim. Direksiyon başındayız işte sabahtan akşama kadar.". İdris Bey ile Meltem Hanım'ın yanı sıra kullandıkları cümleler de belediyede çalışıyordu sanırım.

  Spor salonunun önüne gelmişlerdi. Kafasını kaldırıp yukarı baktı Sabiha Hanım. "Hüsnü Akkaş Spor Salonu" tabelası, en az Hüsnü Akkaş'ın kendisi kadar heybetliydi. Bu tabelanın önünden ne zaman geçse duygulanırdı, bir çeşit nefret ile bir çeşit gurur sürekli çatışırdı içinde. İçeri girdiler. Protokol dizilmeye başlamıştı yine. Belediye başkanı, vali, vali yardımcıları... Hepsiyle tek tek merhabalaştı yine Sabiha Hanım. Zaten ötesine de geçemezdi. Her sene bütün protokole "Merhaba" dedikten sonra protokolde kendisine ayrılan yere otururdu.
  Tören başladı. Sunucu değişmişti bu sene. Geçen seneki sunucu kızın sesini ve duruşunu sevmişti aslında Sabiha Hanım. Bu sene uzun boylu, saçları özenle yana taranmış ve tok sesli bir adam vardı. Bu adamı da sevdi Sabiha Hanım. Sunucularla pek sorun yaşamazdı zaten. Sunucu başladı: "Sayın valim, sayın belediye başkanım ve sevgili konuklar. Olimpiyat Şampiyonu Hüsnü Akkaş'ı Anma Programı'na hepiniz hoşgeldiniz. Programa başlamadan önce Hüsnü Akkaş'ın kızı Sabiha Yılmaz'a da bizleri kırmayıp bugün burada olduğu için teşekkür ederim.". Bu da sunucu samimiyetsizliğiydi. Gerçi sunucu ne yapacaktı ki? Gelip elini mi öpecekti sanki Sabiha Hanım'ın? Bu samimiyetsizlik biçimine çok takılmazdı.

  Protokolden birkaç kişinin konuşma yapmasından ve birkaç tane müsabakanın videoları gösterilmesinden sonra fotoğrafların gösterileceği slayt gösterisi başladı. Bütün fotoğraflar ve sıralamaları aynıydı yine. Kim değiştirmeyle uğraşacaktı ki? Senede bir gösterilecek fotoğrafların için her sene ayrı bir uğraş mı olacaktı? Değmezdi.

  İlk fotoğraf son olimpiyatları olan Tokyo Olimpiyatları'ndandı. İkinci olmuştu o turnuvada. İkinci olduğunda çok sinirlenirdi. Tokyo'dan geldiğinde de inanılmaz sinirliydi. Evdeki herkese bağırmıştı. Ortalığı ayağa kaldırmıştı. Yenilmek onun karakterine aykırıydı. Başarısının en büyük sebebi buydu belki de.

  İkinci fotoğraf Tahran'da Dünya Şampiyonu olduğu turnuvadandı. İranlı güreşçiyi İran'da yenmek inanılmaz bir başarıydı o zaman. Bütün salon bu maça kilitlenmişti ve salondaki herkes İranlı güreşçinin lehine tezahürat yapıyordu. Başka bir güreşçi olsa belki motivasyonu bozulabilirdi ama o daha da motive olup o maçı almıştı.



  Sıra üçüncü fotoğrafa geliyordu. Bu fotoğrafı her görüşünde heyecanlanırdı Sabiha Hanım. Çünkü annesiyle babasının aynı karede bulunduğu tek fotoğraftı bu. İstanbul Dünya Güreş Şampiyonası Serbest Stil Dünya Birincisi Hüsnü Akkaş madalyasını alıyordu. Hüsnü Akkaş ile üçüncü olan güreşçinin arasından gözleri mutlulukla parlayan bir kadın vardı. İşte bu kadın Sabiha Hanım'ın annesi Bedia Hanım'dı. O gün müsabaka bitene kadar eşine dua etmişti. Madalya takılırken belki de Hüsnü Akkaş'ın kendisinden daha sevinçliydi.

  Bedia Hanım ile Hüsnü Akkaş genç yaşta evlenmişlerdi. Evlendiklerinde ikisi de seviyordu birbirini. Üç çocukları olmuştu zamanla. Hüsnü Akkaş büyük hedefleri olan genç bir güreşçiydi. Ona bu hedeflerine ulaşması için Bedia Hanım'dan başka kimse yardımcı olmazdı. Herkese gerçek dışı görünürdü bu hedefler. Ama çift bu hedeflere ulaşana kadar hiç yılmadılar. Hüsnü Akkaş sürekli olarak yeni başarılar kazanmaya başladı. Artık Türkiye çapında hatta güreşseverler tarafından dünya çapında tanınan bir isim haline gelmişti. Ama bu ün aileye pek olumlu yansımadı.

  Hüsnü Bey'in yeni bir çevresi oluşmaya başlıyordu artık. Onun ününden yararlanmaya çalışan bu çevre onun arkadaşıymış gibi davranırdı. Bedia Hanım hiç hoşlanmazdı onlardan. Birçok kez de uyardı Hüsnü Bey'i. Ancak Hüsnü Bey artık Bedia Hanım'ı dinlemiyordu. Hayatında ağzına sürmediği içkiye onlarla beraber başladı. Her gece sarhoş olarak geliyordu eve. Bedia Hanım ve çocuklarını hayattan bezdirecek kadar kötü davranıyordu. Kumar gibi alışkanlıklara da başlamıştı. Ama bütün bunlara rağmen güreş hayatında hala başarılıydı. Girdiği her turnuvada birinci oluyordu. Tokyo Olimpiyatları'na giderken de rahattı. Rakipsiz olduğunu düşünüyordu. Finale kadar da rahat geldi. Finalde de karşısında Amerikalı genç bir çocuk vardı. Maçın favorisi net bir şekilde Hüsnü Akkaş'tı. Ama finalde Hüsnü Akkaş'a bir şeyler olmuştu. Rakibi karşısında varlık gösteremedi. Ağır bir hezimet yaşadı. Bunun ardından daha da çekilmez birine dönüştü. Artık daha fazla içiyordu. Bedia Hanım'ın dayanacak gücü kalmamıştı ve boşandılar.

  Bedia Hanım eşine çok kırgın ve kızgındı. Bütün fotoğraflarını yaktı. Hayatı boyunca ona hep bu duyguları besledi. Sadece son nefesini verirken Hüsnü Bey orada olmamasına rağmen "Ona da hakkımı helal ediyorum." dedi.

  Hüsnü Akkaş ise Bedia Hanım'dan sonra bir kere daha evlendi. Bu evliliğinden de iki çocuğu oldu. Ama bu evlilik de yürümedi. Hüsnü Akkaş Tokyo'dan sonra sakatlandı. Bir daha hiçbir turnuvaya gidemedi. Haliyle bu durum yeni evliliğine çok kötü yansıdı. Yine boşandı.
 
  Dördüncü fotoğraf gelirken Sabiha Hanım bu günleri hatırlıyordu. Babasının onlara kötü davrandığı günleri... Babasına karşı bir kini yoktu aslında. Ama babasının kendilerine kötü davrandığı günleri de unutamıyordu. Yine de kardeşlerine göre iyi durumdaydı. Onlar bu törene bile gelmek istemiyorlardı.

  Dördüncü fotoğrafta Amerika'da aldığı altın madalyalı fotoğrafı bekliyordu. Resim açıldığında ise çok şaşırdı. Dördüncü fotoğrafı değiştirmişlerdi. Dördüncü fotoğraf, sabah gözünü kırpmadan baktığı fotoğraftı. Hüsnü Akkaş'ın olimpiyatlardan altın madalyayla döndükten sonra şehirde karşılanmasının fotoğrafı... Kenarda bir tane davulcu vardı, bir tane takım elbiseli adam tam Hüsnü Akkaş'ın yanındaydı. Bu adam o zamanın güreş federasyonu başkanıydı. Bir sürü insan vardı fotoğrafta. Hepsi onu karşılamaya gelmişti. Bir de Hüsnü Akkaş'ın kendisi vardı fotoğrafta. Hüsnü Akkaş ve elinden tuttuğu çocuğu... Bu çocuk Sabiha Hanım'dı.

  Beş yıldır geldiği bu anma törenlerinde ilk defa gözünden bir damla yaş düştü Sabiha Hanım'ın. Sabahtan beri baktığı fotoğraftı bu aslında ama birden babasıyla ilgili başka anılar da canlandı gözünde. Bu fotoğrafı çok net hatırlıyordu Sabiha Hanım. Günlerdir babasının gelmesini bekliyordu. Geldiğini gördüğünde direk sarılmıştı babasına. Babası da "Kızım" demişti. Kızım... Sabiha Hanım'a sayılı kez böyle seslenmişti. Sabiha Hanım'ın bunlardan en aklında kalanı buydu. Bunun ardından babasıyla beraber oyuncak bebek almaya gittikleri gün geliyordu. Orada demişti bir kere de. Sonra saklambaç oynadığı günler...

  Babasının çok kötü davrandığı günleri görmüştü Sabiha Hanım. Çoğu zaman da babasına kızgın bir şekilde yaşamıştı aslında. Ama içten içe onu, yani babasını hiçbir zaman sorumlu tutmamıştı. Çünkü onun "babası" ona hediyeler alırdı, oyun oynardı. Onun babası "Kızım" derdi ona. Fotoğraftaki adama sabahtan beri haksızlık ettiğini düşündü. Fotoğraftaki adam içten güzel olmaya çalışan bir adam değildi. O günlerde içten güzel olan bir adamdı. Sabiha Hanım'ın sevmediği ve kızdığı insan Olimpiyat Şampiyonu Hüsnü Akkaş'tı, Hüsnü Akkaş değil.

  Törenden çıkıp eve geldiğinde önceki yıllara göre daha mutlu gelmişti eve Sabiha Hanım. Yolda ne Meltem Hanım'ı ne İdris Bey'i ne de onların samimiyetsizliğini takmamıştı kafasına. Eve geldiğinde karnının acıktığını hissetti. Gitmeden önce yaptığı börekten yiyecekti. Tepsiyi fırından çıkardığında tepsinin yarısının boş olduğunu gördü. Anlaşılan oğlu Hüsnü yine adeta bir "Pehlivan" gibi yemişti böreği.

 

9 Eylül 2016 Cuma

Bacaklarımı Bırak Artık



  Eğer denizin kenarında oturuyorsanız, güneşi görmek için tepeye bakmanıza gereğin olmadığı bir gündü. Güneş her parçasını Karadeniz'e dağıtıyordu. Denizin etrafı yine kalabalıktı. Bu mevsimde hep böyle olurdu zaten. Uzun süren kış faslının ardından güneşin ucunu bile görseler denize akın ederdi insanlar. Etrafında gezerlerdi, kıyısına otururlardı. Yüzerlerdi... Yüzebilirler miydi? Yüzmeyi bilirler miydi?

-------------------
 
  On iki yıl olmuştu. On iki kere üç yüz altmış beş gün eşittir bir gün... Her şey hala dün gibiydi.

-------------------

  Sabahtan beri oturuyordu orada. Bazı insanlar ona bakıyordu. Hatta birçok insan ona bakıyordu. Haklıydılar da bakmakta. Böyle güzel havada denize karşı kaç kişi ağlardı ki? Ama o insanları önemsemiyordu. Görmüyordu daha doğrusu. Onun için bu şehirde kimse yoktu. Herkes on iki yıl önce ölmüştü.

  Bu bir anma değil, yalvarmaydı aslında. On ikinci yalvarmanın, önceki on bir tanesinden hiçbir farkı yoktu neredeyse. Kulağında hala o ses çınlıyordu: "Ben gelemem oraya gitmeyin."

Önünden bir bisiklet geçti. On iki yıl önce "Gelirsin ne olacak ya biz de buradayız hem." diyen dilini bisikletin tekerine sıkıştırmak istedi. Geçen sene eliyle koparıp fırlatmak istemişti. On iki senedir değişen tek şey buydu belki de.

-------------------

  Mücahit'in gözleri kahverengiydi. Ama deniz suyu kıpkırmızı ederdi. Saçları sarı gibiydi. Islanınca siyah olurdu ama. Çok cüsseli değildi aslında, hafif sayılırdı. Ama suyun içinde batardı. Sonsuza kadar batardı... Sonsuza batardı...

-------------------

  Sola doğru baktı. Gençler yüzmeye hazırlanıyordu. Kalabalık bir grup halinde gelmişlerdi. İçlerinde Mücahit'i aradı. Bulamadı. Mücahit hepsinden önce, on iki yıl önce girmişti denize.

-------------------

  İç Anadolu'da büyümüştü Mücahit. Üniversiteye gelene kadar hayatında deniz görmemişti. Havuza da gitmemişti. Haliyle bilmiyordu yüzmeyi. Sevmezdi de. Arkadaşları kırılmasın diye gelmişti o gün de. Suya girmek istemiyordu aslında Mücahit. "Kenarda yüzersin." diyerek çağırdılar onu suya arkadaşları. Kenarda eğleniyorlardı. Sonra arkadaşları daha ileri gittiler. Onlardan ayrı duramazdı ama korkuyordu da. Bilmiyordu yüzmeyi. O çağırdı Mücahit'i ileri. "Sen de gelsene Mücahit." dedi. Arkadaşının kenarda tek kalmasına göz yumamazdı. Ne iyiliksever bir insandı! Mücahit: "Ben gelemem oraya gitmeyin. Yüzmeyi bilmiyorum kardeşim ben." dedi.

-Keşke "Kardeşim" diye eklemeseydi. Belki o zaman daha az üzülürdü.-

Yine de çağırdı Mücahit'i "Gelirsin ne olacak ya biz de buradayız hem." Evet oradaydı. Mücahit'in "Kardeşim" dediği adam oradaydı. Mücahit kardeşine güvenmeyecekti de kime güvenecekti. İleri doğru gitmeye başladı. Bel hizasındaki su önce göğsüne geldi, sonra boğazına. Korktu biraz. Geri dönmeyi düşündü. "Kardeşi" seslendi o an "Korkma Mücahit gel." dedi. Korkamazdı Mücahit. Hem niye korkacaktı ki, beş arkadaşı vardı yanında bir şey olsa müdahale ederlerdi. Bir adım daha attı. Ayağı boşluğa geldi. Geri adım atmak istedi. Yapamadı. Yüzmeliydi. Yapamıyordu. Çırpınmaya başladı.

  Güvendiği arkadaşları hemen onu kurtarmaya geldi. Ama Mücahit tutunduğu kişiyi aşağı çekiyordu. Arkadaşları hiçbir şey yapamıyordu. Dört arkadaşı kıyıya gitti, yardım çağırmak için. Kıyıda kimse yoktu ama yardım edebilecek. Sadece "Kardeşi" kalmıştı yanında. Ona tutunmaya çalışıyordu. Ama onu da batırıyordu. Sonunda "Kardeşi" de kıyıya dönmeye karar verdi. Bacaklarına sarıldı kardeşinin. Kardeşi çok kısa bir süre Mücahit'in yüzüne baktı. Korku doluydu yüzü. Üç sene önce üniversitenin ilk günü tanışmıştılar. Üç yıldır ilk defa böyle görüyordu Mücahit'in yüzünü.

Ama Mücahit onu da aşağı çekiyordu. Kardeşi de korktu. Kendini kurtarmalıydı. Bacaklarını çırpmaya başladı. Mücahit tutunamadı. Mücahit'in kardeşi Mücahit'i ölüme atmıştı.

-------------------

  Güneş batmak üzereydi. Sabahtan beri oturduğu yerden ayağa kalktı. Denize doğru yürüdü. Daha önce on bir defa yaptığı bir şeyi yapacaktı yine. Denizin kenarında bulunan herkesin bakışları altında bağırmaya başladı: "Özür dilerim Mücahit! Kardeşim lütfen kardeşim! Lütfen bacaklarımı bırak artık!"

 

8 Eylül 2016 Perşembe


"Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği , kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor.. Sinemadan çıkmış insan.. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış.. Salt çıkarını düşünen kişi değil.. İnsanlarla barışık.. Onun büyük işler yapacağı umulur.. Ama beş-on dakikada ölüyor.. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu ; asık yüzleri , kayıtsızlıkları , sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar , eritiyorlar.."

  Bu satırlar Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam isimli romanından alıntı.

  Aylak Adam'ı geçen sene okumuştum. Kitabı okurken birçok nokta beni etkilese de bu satırlar kafama çivi gibi işlemişti adeta. Az önce izlediğim filmden sonra bu satırları tekrar hatırladım.

  Film mükemmeldi. Hayata benden farklı ve daha geniş bakan bir senaristin yazdığı, bütün bu farklılığı ve genişliği mükemmel bir oyunculukla yansıtan oyuncuların oynadığı bir filmdi. Yusuf Atılgan'ın deyimiyle içimdeki "kısa ömürlü yaratığı" ortaya çıkardı.

  Filmin adını söylemek istemiyorum çünkü şu an film önerisi yapmıyorum. En azından bir tane filmin önerisini yapmıyorum. Bu sefer yapmak istediğim öneri biraz daha farklı.

-------------------------------------

  Hayata farklı ve geniş bakan insanlar bir sürü yapıt çıkarıyor ortaya. Amaçları bu yapıtları daha fazla insana ulaştırmak ve sokağın sinemadan çıkan yaratıklarla dolu olmasını sağlamak. Amaçları asık yüzleri ve kayıtsızlıkları yok etmek.

  Bugün önereceğim şey şu:

  Film izleyelim.

  Gerekirse bütün filmleri izleyelim.

  "Sinemadan çıkmış insan" olalım.

  Bu sefer beş-on dakika sürmesin.

  Hayata farklı bakalım.
 
  Hayata farklı ve geniş bakalım.

  Hayata sadece beş-on dakika değil, ölene dek farklı ve geniş bakalım. 

7 Eylül 2016 Çarşamba


Atatürk'ün vefatından sonra gelen Milli Şef dönemi...
İlk defa seçimle gelen hükumet olan Demokrat Parti dönemi...
Türk Siyaset Tarihi'ne damga vuran liderlerden Süleyman Demirel'li 12 Mart  dönemi...
Ülke tarihinin en büyük acılarını yaşatmış 12 Eylül dönemi...
Ölümü bugün hala tartışılmakta olan Turgut Özal dönemi...
Post-modern darbe dönemi...

Bir yerlerde birçoğumuz siyasetle ilgili yorumlar yapıyoruz
Ama bu yorumların bir çoğunu
Yukarıda başlıklar halinde belirttiğim yakın tarihten bağımsız yapıyoruz.
Haliyle bu düşüncelerimiz genel olarak "sığ" kalıyor.

Herhangi bir ortamda siyasi yorum yapmasak bile
Bana göre en azından
Vatandaşlık bilincimizin gelişmesi için yakın tarihi bilmemiz şart.

Mehmet Ali Birand...
Türk gazetecilik tarihinin en önemli isimlerinden birisi.
Kimine göre en önemlisi.
Araştırmacı-Gazeteci sıfatının
"Araştırma" bölümünü hakkıyla yapan sayılı gazetecilerden.
Birand için ayrı bir yazı yazabiliriz ama şimdilik asıl bahsetmek istediğim konu Birand değil
Onun yakın tarih için hazırladığı belgeseller.

Türkiye'nin yakın tarihine ışık tutmuş bir çok kitap ve belgesel çıkaran Birand,
Bütün bunları bu eserlerin değerine göre neredeyse yok pahasına,
Hatta belgesellerini ücretsiz yayınladı.

Aynı dönemleri anlatan diğer belgesellere göre
Daha kapsamlı, daha tarafsız ve daha akıcı olan bu belgeselleri önereceğim ben de bugün.
Bu belgeselleri izlerken sıkılmayacağınızı
Ve çok şey öğreneceğinizi 
Garanti edebilirim. 
Belgeseller bittiğinde ise emin olun ülkenizde olup bitenlere karşı
Daha "Farkında" insanlar olacaksınız.

Şimdiden iyi seyirler...


12 Mart: İhtilalin Pençesinde Demokrasi: http://32gun.com/video/izle/1-bolum-1