5 Ekim 2016 Çarşamba

Dönüş Yolu

  İşten çıktığında saat altıya geliyordu. Herkese göre biraz daha geç çıkmıştı aslında ama bundan şikayet edecek değildi. Çünkü hem günlerden Cuma'ydı hem de bu işe torpille yerleşmişti.

  Torpil... Hayatının büyük bölümünü adeta bir bataklıkta yaşayan biri için belediyede kendisine ayarlanan bu iş, mükemmel bir fırsattı. Bu işi ne kadar hak ettiği konusunda ara sıra vicdanını yokluyordu. Ama bu işi hakkıyla yaptığını düşünüyordu ve bu işe gerçekten ihtiyacı vardı. Babası da eskiden belediyede çalışıyordu. İşi de babasının arkadaşlarından biri olan ve belediyede "hatırı sayılır" kimselerden olan Muharrem Bey ayarlamıştı. Eve gidince Muharrem Bey'e tekrar dua etmesi gerektiğini hatırladı.

  Belediyenin önündeki yol yine vızır vızırdı. Arabalar ne heybetli sesler çıkarıyorlardı! Heybetli ve korkutucu... Bu araçların her yeri ölümden sabıkalıydı aslında. Önü, arkası, sağı, solu, tekerleri, aynaları, farları... Eski köşeli arabalar bu sabıkayı hatırlatırcasına tabut gibi olurdu. Yeni tür tasarımlar bunu değiştiriyordu. Köşeli yapıları yuvarlanıyordu arabaların. Daha şık ve daha dikkat çeken yapıları ölümü unutturmaya başlıyordu. Yalancı oluyordu yeni nesil arabalar. Yeni nesil arabalar gibi birkaç insan geldi aklına. İnsanoğlu yaptıklarını da kendine benzetiyordu.

  O da bu yolun tozunu çok attırmıştı zamanında. Geceleri bitki hışırtılarının bile insanları rahatsız etmeye yettiği saatlerde, arabaların heybetli sesleriyle uyandırırdı insanları. Babasının arabasını çalardı o zamanlar. Uzun zaman babasının hiç haberi olmamıştı. Bu sessiz gecelerden birinde arabayı ağaca çarpmıştı. Vücudunda bir şey yoktu, sadece arabada maddi hasar vardı. Ama bu vesileyle arabayı çaldığını öğrenen babası sonradan vücudundaki eksiği de gidermişti tabi.

  Alışveriş merkezlerinde kendilerine yer bulamamış küçük esnafların bulunduğu bir sokaktan geçti. Bakkala girdi. Hala bir yerlerde bakkallar vardı. İki tane ekmek aldı. Ekmek alabilmek büyük bir nimetti. Yoluna devam etti. Yolun karşı tarafında eski komşusu Bahadır Bey ve eşi Zeynep Hanım'ı gördü. Selam verme amacıyla sağ kolunu kaldırdı. Selamdan sonra kolundaki izler dikkatini çekti yine. Jilet izleri... Eskiden "rütbe" derlerdi bu izlere. Koluna bir daha baktı. Çok rütbeliydi gerçekten. Kendine bunu nasıl yaptığını düşündü. İnsan nasıl kendini kesebilirdi? "Rütbe" dedi, kendi kendine gülerek.

  Nurdan'ın kapısının önüne gelmişti. Nurdan lise aşkıydı. "Efsane Aşk"... Öyle demişlerdi lisede. Evinin önünde beklerdi Nurdan'ın, sabaha kadar orada ağlardı, ilk defa alkol almaya o zamanlar başlamıştı, efkarlı şarkıları ilk defa o zaman dinlemişti. En "Rütbe"li dönemleri de yine o zamanlardı. Rütbeler, şarkılar, alkoller... Sahiden bunlar aşkın efsaneliğinden miydi, yoksa efsane olarak anılabilmek için mi? Aşkı kim efsane yapmıştı? Sevgi mi, başkaları mı? Başkaları "Çok seviyor." desin diye mi tehdit etmişti Nurdan'ı? Başkaları için birinin hayatını mı mahvetmişti? Bu sorulara cevap verebilecek kadar güvenmiyordu kendine. O eve doğru baktı. Nurdan artık taşınmıştı o evden. Yine de helallik istedi ondan.

  Polis karakolunun önünden geçerken nöbet tutan polislere selam verdi. Bir zamanlar onları da çok uğraştırmıştı. En büyük kavgalarının mutlak çözünme yeriydi bu karakol. Bazı dönemler buranın nezarethanesini kendi evinden fazla görürdü. Sebebi ne olursa olsun hiçbir kavgadan kaçmamanın sonucuydu bu. Şanının en büyük kaynaklarından biri de yine bu karakoldu. Karakoldan çıktıktan sonra kimse yan gözle bakamazdı ona. Bu karakolda az da dayak yememişti polis abilerinden. Ama bu da daha güzel bir kafanın bedeliydi. Razı olurdu. Bir daha buranın kapısından içeri girmeyeceğine dair ettiği yeminlerden birini daha etti ve yoluna devam etti.

  İnşaat... Yolun en sıkıntı çektiği kısmına gelmişti. Yıllar önce ev yapma amacıyla inşaatına başlanan, sonradan bazı problemler yüzünden yarıda bırakılan bir binaydı burası. Her gün geçerdi aslında buradan ama yine de buradan geçerken ki iç sıkıntısını bir türlü yenememişti.

  Bülent... En yakın arkadaşıydı. Çocukluğundan beri tanırdı onu. Yaptıkları her şeyi beraber yaparlardı. Sırt sırta kavga ederlerdi. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Özellikle içtikleri..
Uyuşturucuyu Bülent'ten öğrenmişti ilk defa. Bir abisi vermişti Bülent'e de. Bu abilerin çok "iyiliği" olmuştu onlara. Yine bu iyiliklerin birini yapmışlardı o gün. Yeni bir "uçak" gelmişti o gün. Bülent ile beraber deneyeceklerdi. Öğleden sonra ikide buluşacaklardı o gün. Bülent erkenci davranıp birde gitti. Önce tek başına denemek istemişti. Bülent'ten yaklaşık bir saat sonra da o gitti. Gittiğinde Bülent sadece karşıya bakıyordu. Sadece karşıya... Çok seslendi ona. Ama Bülent sadece karşıya bakıyordu.

  İnşaata bakıyordu hala. Eve gitmesi gerektiğini hatırladı. Devam etti yoluna.

  Kendi sokağına girdiğinde sokağın yukarısında evini gördü. Dönüş yolunu düşündü tekrar. Hayatını düşündü. Çok hata yapmıştı. Düşünürken bile altından kalkamayacak kadar çok hata... Sonra eline baktı. İki tane ekmek vardı elinde. İki tane ekmek... Bugüne kadar yaptığı en büyük kahramanlık. Hayatında yaptığı doğruların sayısı iki ekmek kadar yoktu. İki ekmek kadar çok doğru yapmaya yemin etti.

  Evine yaklaştığında kapının önünde evlatlarını gördü. Ona doğru koşuyorlardı. Kendisini geçip devam etmelerine izin vermedi. Yolun geride kalan kısmını çok iyi biliyordu çünkü. İkisine de sıkı sıkı sarıldı. İki çocuğu vardı kollarında. İki küçük ve iki kocaman çocuk...

  Yaşadıklarını çok kişiye ulaşmak için televizyonlarda anlatmayı isterdi bazı zamanlar. Dünyayı bir televizyon kadar değiştirmeyi çok isterdi. Ama çocuklarına sarıldığında bundan çok daha fazlasına sahip olduğunu fark etti. İki çocuğu vardı kollarında. İki küçük ve iki kocaman çocuk...

  Eve girmeden önceki son yeminini etti: "Dünyayı iki çocuk kadar çok değiştireceğim."